Güç, İtaat ve Otorite

Aşağıdaki makale bir araştırmanın parçası, bölümü olarak (ilgili olmadığını düşündüğüm için tamamını almadım. Yazının sonunda araştırmanın tamamına referans verilmiştir.) “İnsanın Saldırgan ve Yıkıcı Doğasını Anlamak” isimli makaleden alınmıştır. Alıntılanmasının sebebi ise, pek çok kez yazdığımız/bahsettiğimiz; Adler (Bireysel Psikoloji), Foucault ve “Hapishanenin Doğuşu” konularına kendi bakış açımız ile yapmış olduğumuz gönderme ve BDSM’de itaat, otorite kavramları ile yakından ilgili olmasıdır.

Güç, İtaat ve Otorite

İnsanlar topluluk içinde yaşamayı çıkarlarına uygun bulurlar ama istekleri bireysel kalır. İşte toplumsal yaşayışın güçlükleri ve yönetim gereksinimi buradan doğar. Yıkım yoluyla egemenlikten insanlık ne hayır bekleyebilir? Merhametlerini baskı altında tutanlar tutma gereği duymayanlara göre daha ürkütücüdür(Russell,1938). S.Zweig (1969,s:17)”bir güç için en güvenilir ölçü o gücün yendiği dirençtir” diyordu. Ksenophon’un “Kyru Paideia”sından başlayan gelenek Machiavelli’nin hükümdarlara görevlerini öğretmeye dönük “Prens”( 1542) adlı eseriyle devam etmiştir. Bu öğretide ideal hedef iyilik değil mevkiini korumaktır. Nitekim, Machiavelli’nin ideal bir toplumun değil de gerçek devletin teorisini ortaya koyma arzusunu destekleyen Hegel’de(Almanya’nın Anayasası adlı eseri) “Prens”i okurken Machiavelli’nin düşüncesine şöyle diyerek katkı sağlar: “kangren olmuş uzuvları, lavanta suyu ile iyileştiremezsiniz”(akt:1998,s:47). Prens adlı yapıtın verdiği ders şudur; siyaset ve ahlak ayrı dünyadır. Devlet iktidarının gerçek sahibi olan , otoritedir. Eserde, korku ve sevgi kavramları tartışılır; hükümdar için hangisi daha sağlamdır? Bağımsızlık ilkesine göre korku hükümdarı halkına karşı daha bağımsız kılar. Sevgi vazgeçilebilir bir şeydir. Sevgide halk aktiftir. Bu rolü oynamaktan vazgeçebilir. Basiretli bir hükümdar başkalarına bağlı olan şeye güvenmektense kendine bağlı olan şeye güvenmelidir. Horney’ a göre(1937) normal bir insandaki güç duygusu kişinin kendi fiziksel gücünün ya da yeteneklerinin, düşünsel kapasitesinin olgunluk ya da bilgeliğinin farkına varmasından kaynaklanabilir. Güçlü olmak için gösterilen nevrotik çaba, endişe, nefret ve aşağılık duygularından kaynaklanır. Böylece güç için gösterilen normal çaba kuvvetten, nevrotik çaba ise zayıflıktan doğar. Makyavelli, bencilliği insan davranışının en büyük güdü gücü olarak ifade etmiştir. Bunun nedeni kişisel çıkar arzusunun bütün ahlaki düşüncelerden daha güçlü olduğudur. Özgürlüğe yapılan vurgu ise altta yatan bencilliği gizlemeye yöneliktir. Kant ve Freud’un düşünce yolunun altında yatan varsayım bencillikle öz -sevginin özdeş olduğu fikriydi. Fromm bunun tersini savunur. Bencillik öz-sevgiyle eşit değildir. Eğer yalnızca başkalarını sevebiliyorsa aslında sevemiyor demektir. Kendini onaylamayan kendi özüne ilişkin kaygı içindedir. Temelde güvenlik ve doyumdan yoksun olduğundan kendini bencilce düşünmesi gerekir.

19. yüzyıl düşünürleri ise kendi çağındaki insanın içinde bulunduğu durumu şöyle yansıtmaktaydılar: Kierkegaard, yalnızlık ve önemsizlik duygusu altında ezilen çaresiz bireyi betimlemişti. Nietzsche, sonradan nazizmde ortaya çıkan nihilizmi açıklar ve insanın güçsüzlüğü teması içinde bir “üstinsan” tanımı yapar. Benzer temalara yakın olarak Kafka’da bunun yansımaları vardır. Şöyle ki; insan başkalarıyla ilişki için çabalar ama bunu başaramaz böylelikle tüm bir yaşam ilişki kurma çabası içinde geçer. Sonuç ise boşluk ve çaresizliktir. Kişinin gündelik etkinliklerinde bulduğu güven, onay, başarı bu duyguyu örtülü tutar. Karanlıkta ıslık çalmak ışığı getirmez. Yani kaygı, güvensizlik, korku yerinde kalır. Fromm’a(1941) göre bunun çaresi olumsuz özgürlükten olumlu özgürlüğe geçmektir. Aksi takdirde özgürlükten sürekli kaçmaları gerekir. Fromm , Escape from freedom adlı eserinde 20.yüzyılda özgürlükten kaçışın toplumsal olarak şekillenmiş yolları olarak ; faşist ülkelerde görüldüğü gibi bir lidere itaat etme, düzene uymayı işaret ediyordu.

Fromm’un.(1941) , “özgürlükten kaçış ” kavramına getirdiği anlam, çağdaş insanın ona güvenlik veren ama aynı zamanda onu sınırlayan toplumun bağlarından kurtulması ve kendi bireysel özünün gerçekleşmesi ile yeni bir özgürlük kazanmış olmayacağı idi. Çünkü bu özgürlük onu yok etmiş ve kaygılı ve güçsüz kılmıştır. Burada bireyin karşısına iki yol çıkar: ya kendi özgürlüğünün yükünden kaçarak yeni bağımlılıklar ve boyun eğmelere sığınmak ya da özgün kişilikle bireyselliğe dayanan olumlu özgürlüğün tam olarak gerçekleştirilmesi doğrultusunda ilerlemek. .Bu nedenle, totaliter güçler karşısında zaferi amaçlayan her eylem için önkoşul özgürlükten kaçışın nedenlerinin anlaşılmasıdır. Bireysel gelişim amaçlarını destekleme derecesi toplumdan topluma farklılık göstermektedir. Otoritecilik tam burada ortaya çıkar. Birey kendi özünü kendisi dışında bir insanla ya da şeyle kaynaştırma eğilimindedir. İnsanlar kendi dışlarındaki güçlere yönelik bağımlılık gösterirler. Tüm yaşamı ezici bir güce sahip bir şey olarak algılarlar. Bu durum kendini küçümseme, benlik yaralanması sonucunda kendini acı çektirmeye dönük eğilim olarak görülür(İnanç ve Yerlikaya, 2008, s:114-125). Bu tür mazoşist eğilimlerin yanı sıra sadizmde görülür. Ölçüsüz güç uygulamak, kendini başkalarına bağımlı kılmak gibi…Freud temelde mazoşizmi ölüm içgüdüsünün ürünü olarak düşünmüştü. Sonra bu ölüm içgüdüsü cinsel içgüdü ile birleşiyordu. Bu birleşme kendisine yöneldiğinde mazoşizm, başkasına yöneldiğinde sadizm olarak ortaya çıkıyordu. Freud’a göre yıkıcılığı cinsellikle kaynaştırmayı başaramazsak insanın tek seçeneği ya kendini yok etmek ya da başkalarını yok etmektir(McGrath,J,1964;Hogg – Vaughan,2005) .Benzer açıklama Adler tarafından “aşağılık duygusu” , “güç arzusu” gibi kavramlarla açıklanmıştır. Güç arzusu başkalarını akıl dışı yollarla yönetmek anlamına gelen bir dürtü olarak değerlendirilmiştir ( Geçtan, 1993,Yanbastı, 1990) . Karen Horney ise Çağımızın Nevrotik İnsanı ( 1937 ) adlı yapıtında mazoşist kişilik özelliklerinin bir tanımını sunar. Mazoşizm nevrotik bir acıdır. O’na göre acı çekmekten yararlanmak ; kişinin benliğini zayıflatan, mutsuz olmaya eğilimli kılan bir dürtüdür. Horney bu tanımı yaparken bu tür eğilimleri biyolojik bir varsayıma dayandırmaz, yalnızca psikolojik olarak açıklar. Mazoşist dürtü eğilimli insan özgüveni olmadığından , temel çaresizlik duygularıyla isteklerini dile getirme becerisini hemen hemen kaybetmiş durumdadır. Abartılmış acı yaşayarak bundan kurtulmaya çalışır çünkü bu acının uyuşturucu etkisi vardır. Acılara gömülme yolu ile sevgi elde etme, kişinin kendini daha büyük bir şey içinde yitirmesi, bireyselliğinin çözülmesi ve kuşkuları, kaygıları benliğinden bu şekilde uzaklaştırması ile doyuma ulaşır. Bu yorum Fromm’la uyuşur. Horney, bu açıklamalarıyla mazoşist dürtülerin asıl kaynağının kişilik çatışmaları olduğunu gösterir. Fromm, sadizminde çabalarının benzer amaçlara hizmet ettiğini ileri sürer. Dayanılmaz yalnızlık ve güçsüzlükten kaçmak çabalarıdır. Korkuya kapılan birey, kendi özüne katlanamaz ve bundan kurtulmaya çalışır. yani bu yükü sırtından atarak güven kazanmaya çalışır. Burada amaç özgürlüğün yükünden kurtulmaktır (Fromm, 1941).

Güç ve otorite, insan davranışının temel güdüsü olarak görülmüş ve bunun dizginlenmesi için yasal ve ahlaki etkenler ağırlık kazanmıştır. İki Dünya Savaşı faşizmin yükselişiyle birlikte güç tutkusu ve bunun doğru olduğu inancı yeni boyutlara ulaşmıştır. Milyonlarca insan gücün zaferinden etkilenmiştir. Bunu güçlü olmanın bir işareti olarak görmüştür:”eğer bir kişi üzerinde onu öldürebilecek güce sahipsem ondan daha güçlüyüm demektir”. Ancak , psikolojik anlamda güç tutkusu güçlülükten değil zayıflıktan doğar . Fromm Hitler’in başarısını O’nun boyun eğme özlemine yol açan koşulların çok iyi farkında oluşuna bağlar.

Foucault ve BDSM
Freud’un , halkın otorite imgelemini çocukça güç imgelerinin kaplayacağından duyduğu korku açıklamaları ; Adorno, Fromm , Benjamin gibi düşünürleri etkilemişti. Bu yazarlar psikanalizi, Marksist bir toplum eleştirisiyle birleştirmeye çalışıyorlardı. “ Otoriter Kişilik” te kültürün bireyin biçimlenmesinde oynadığı rol konusunda , Freud’dan daha fazla tarihsel ve özgül olma çabasındaydı. Adorno, antisemitik inançların, çocukluk dönemlerinde otorite simgesi güçlü kişilerden yoksun olan, kendilerini zayıf hisseden ve suçu yabancı kişilere atmak isteyen insanların gereksinmelerini nasıl yansıttığını göstermeye çalışıyordu(Sennett,1980). Foucault, Fromm’un; boyun eğmeyi seçmeyen insanı , üretken , doğayla içten bir ilişki kuran bireyselliğini koruyarak dünyaya bağlanan kişi olarak tanımlamasından hareket eder. Özerk insanı şu şekilde tanımlar; özerk insan kalabalıklardan farklıdır.”Bir disiplin sisteminde çocuklar yetişkinlerden, hastalar sağlıklı insanlardan, deliler ve suçlular normal ve suçsuz insanlardan daha çok bireyselleşirler”.Foucoult’daki bireycilik anlayışı “normal” ve sıradan olmayan bir kusuru bulunduğu için diğerlerinden farklı olmaya dayanır. Özerklik , normal olmayan bir yetenek, kişilik ve bir üslubu olmaktır. Sıradanlık, şekilden yoksun , dikkat çekmeyen, donuk bir nevi amorf bir yaşam olarak tanımlanır. Foucault, açıklamalarını “ Hapishanenin Doğuşu” adlı yapıtında iktidarlar ve şiddet üzerinde yoğunlaştırmıştır.19.yüzyılda iktidarın kendisine karşı işlenmiş suçların cezalandırılması işkence, şiddete dayalı bedensel bir cezalandırma içermiştir. Yasalar hükümranın iradesiyle özdeştir. Bu öyle güçlü ve ayrıcalıklı iktidardır ki yaşam ve ölüm üzerine karar verebilmektedir. İktidar bir el koyma hakkıdır, nesnelere , zamana, bedenlere ve nihai olarak yaşamın kendisine el koyar.

Toplumsal her ilişkide üretken ve dolayısıyla her yerde var olan bu iktidarı her şeyden önce iktidara sahip olan ve olmayanlar arasındaki bir ilişki olarak değil, bir güç ilişkileri çokluğu olarak anlamak gerekir. Modern çağın disiplinci iktidarı ise bireyi, üreten, itaat eden görmektedir. Yasalar giderek arka plana geçmekte onun yerine iktidarın belirlediği normlar ön plana çıkmaktadır. Bu toplumda hapishane okul, aile, akıl hastanesi gibi bireyi uyuma zorlayan, bireyi normalleştiren ve üretim süreçlerini uygun kılan bir kurum olarak görev yapar. Modern iktidar bedensel şiddeti yasaklar ancak itaatkar ve üretken hale getirecek yeni teknikler icad eder(Keskin,1997.; Foucault, 1994).

 
Yazar ve Makale Hakkında;
Nurgül Yavuzer
Öğr. Gör. Dr., İstanbul Ticaret Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimleri Dergisi Yıl:12 Sayı:23 Bahar 2013 s.43-57

 

Yorumlar

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

×
Eşleşme detayları yükleniyor...

Lütfen Profilinizi Tamamlayın

Profil fotoğrafınız ve Profil kapak görselinizi lütfen güncelleyin.